Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye, birçok alanda dışa bağımlılıktan kurtulmak için yoğun bir kalkınma sürecine girdi.
Atatürk’ün liderliğinde, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını sağlaması ve altyapı eksikliklerini gidermesi için pek çok büyük proje başlatıldı. Bu projeler arasında madencilik, demiryolu ve karayolu yapımı gibi büyük ölçekli altyapı çalışmaları da bulunmaktaydı.
Bu süreçte Atatürk, doğal kaynakların en etkin biçimde kullanılması gerektiğini vurgulamış; aynı zamanda, kalkınma hamlelerinde sanayileşmenin hızlanmasına öncelik vermiştir.
Bu kapsamlı kalkınma projeleri ise günümüzde bazı çevrelerce çevresel etkileri göz ardı etmekle eleştirilebilmektedir. Bu çerçevede Atatürk, çevreyi hiçe sayarak mı kalkınmayı tercih etmişti? Yoksa döneminin teknolojik koşullarında, çevre ve kalkınma dengesini gözetmeye çalışan bir lider olarak mı hareket ediyordu? Bu soruları yanıtlamak, Atatürk’ün çevre ve kalkınma vizyonunu daha iyi anlamamızı, aynı zamanda madencilik çevre konusundaki günümüz popülist yaklaşımlarının anlamsızlığını da.
Atatürk, doğal kaynakları ekonomiye kazandırarak ülke kalkınmasına katkı sağlamayı amaçlayan bir liderdi. Madencilik, özellikle de madenlerin işlenerek üretime katkı sağlaması, bu vizyonun merkezinde yer aldı. 1935 yılında kurulan Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA), Türkiye’nin yeraltı kaynaklarının belirlenmesi ve işletilmesi için büyük bir adım oldu. Bu süreç, ülkenin kalkınmasında bir dönüm noktasıydı. Aynı dönemde başlatılan demiryolu projeleri de ülkenin ulaşım altyapısını geliştirerek hem ticareti hem de iç göçü destekledi. Demiryolu, Atatürk’ün stratejik olarak önemsediği bir alandı; çünkü bu sayede hem ekonomik bağımsızlık kazanılacak hem de ülkenin dört bir yanı birbirine bağlanacaktı.
Ancak bu büyük projelerle birlikte doğrudan doğa üzerinde yapılan müdahaleler, günümüz çevresel değerlendirme standartlarına göre bazı olumsuz sonuçlar doğurabilirdi. Demiryolu inşaatları ormanlık alanların kesilmesine, madencilik faaliyetleri doğal alanların tahrip edilmesine yol açmış olabilir.
Ancak bu durum, Atatürk’ün doğayı önemsemediği veya çevreyi tamamen göz ardı ettiği anlamına gelmemektedir.
Atatürk’ün çevreye olan yaklaşımını değerlendirirken, 1920’ler ve 1930’ların dünya koşullarını dikkate almak önemlidir. O dönemde çevre bilinci, günümüzde olduğu gibi gelişmiş bir kavram değildi. Çevresel sürdürülebilirlik kavramı henüz oluşmamış; kalkınma, doğal kaynakların hızlı ve verimli kullanımıyla eşdeğer kabul edilmişti. Bu bağlamda Atatürk, dönemin zorlukları içinde ülkenin ayakta kalması için ekonomik bağımsızlık ve kalkınmayı öncelikli bir hedef olarak belirlemişti.
Atatürk’ün madencilik faaliyetlerini desteklemesi ve büyük altyapı projelerine öncelik vermesi, çevreye karşı kayıtsız bir tavır olarak değil; ülkenin varoluş mücadelesi çerçevesinde anlaşılmalıdır. Ülkenin sanayileşmesi ve modernleşmesi yolunda atılan bu adımlar, o dönemin gerekliliklerine uygun şekilde ilerlemekteydi. Ancak bu hamlelerin doğa üzerinde yaratabileceği etkiler göz önünde bulundurulduğunda, Atatürk’ün kalkınma hamleleri çerçevesinde bir "çevre düşmanı" olarak nitelendirilmesi, onun kalkınma vizyonunu anlamakta eksik kalacaktır.
Atatürk’ün vizyonunda doğa ile uyumlu kalkınma hedefleri net bir şekilde yer almasa da, onun bilime ve akla olan bağlılığı, çevreye duyarlı kalkınmanın da temelini oluşturabilecek bir anlayışı içermektedir. Eğer bugün Atatürk’ün kalkınma projeleri yeniden ele alınsaydı, muhtemelen bilimsel gelişmeler doğrultusunda çevresel sürdürülebilirlik de bir öncelik haline gelecekti. Çünkü Atatürk, bilime ve modern teknolojiye dayalı çözümleri benimseyen bir liderdi. Dolayısıyla, onun mirası olan kalkınma anlayışını çevresel sürdürülebilirlik ilkesiyle bütünleştirmek, Atatürk'ün vizyonunu günümüzün çevre bilinciyle uyumlu hale getirmek anlamına gelecektir.
Bu bağlamda, modern teknolojilerin ve sürdürülebilir kalkınma yaklaşımlarının entegrasyonu, çevreye zarar vermeden ekonomik büyümenin mümkün olduğunu göstermektedir. Yapay zeka ve yenilikçi madencilik teknikleri, çevresel etkiyi minimuma indirirken, aynı zamanda ülkenin kaynaklarını ekonomiye kazandırmakta önemli bir rol oynamaktadır.
Bugün çevre ve kalkınma konularında iktidar ve muhalefet arasındaki yaklaşımlar, Atatürk’ün çevre ve kalkınma eksenli vizyonuyla uyumlu bir dengeyi aramaktadır. İktidarın, madencilik ve kalkınma faaliyetlerine çevresel duyarlılığı gözetmeksizin odaklanması; muhalefetin ise çevreyi koruma adına kalkınma hamlelerine karşı çıkması, sürdürülebilir kalkınma açısından yetersiz kalmaktadır.
Atatürk’ün vizyonu, bu iki yaklaşımı sentezleyerek sürdürülebilir bir politika oluşturulabileceğini göstermektedir. Çevreye duyarlı, bilimsel ve akılcı bir kalkınma modeli geliştirmek hem ülkenin kalkınmasını hem de doğanın korunmasını mümkün kılacak bir çözüm yoludur.
Sonuç olarak; doğayı hiçe saymak değil; aksine, ülkenin kalkınması için doğadan alınan kaynakları halkın yararına kullanmak üzerine kuruluydu. Bu kalkınma anlayışı, dönemin koşulları doğrultusunda çevreye duyarlı olarak şekillenmemiş olabilir. Ancak bu durum, Atatürk’ün çevreye tamamen kayıtsız kaldığı anlamına gelmez. O, doğanın sunduğu kaynakları bilimin ışığında topluma fayda sağlayacak şekilde kullanmayı hedeflemiş bir liderdir.
Atatürk’ün mirası, bugün çevresel sürdürülebilirlik ile kalkınmayı dengeleyen bir model geliştirmemize ışık tutmaktadır. Onun doğaya ve kalkınmaya duyduğu sevda, doğayla barış içinde, bilimin ışığında ilerleyen bir ülke hayalini temsil eder.
Atatürk’ün kalkınma hamleleri, doğaya saygı duyarak, toplumsal refaha katkı sağlayacak, çevresel duyarlılığı göz ardı etmeyen bir anlayışla güncellenmelidir. Bu hem Atatürk’ün mirasına saygı duymanın hem de sürdürülebilir bir geleceğe adım atmanın en doğru yoludur.